Karatekin Üniversitesi Akademik Açılışı – Prof. Dr. HAsan Ayrancı


 

Üniversitemizin akademik açılışını geçtiğimiz hafta gerçekleştirdik.

Üç ayrı Ulusal kanal tarafından (Kanal A, A Haber ve AKİT TV) naklen yayınlanan açılışımızda gerçekleştirdiğim konuşmamı takdirlerinize sunuyorum.

Üniversitemiz sekiz fakültesi, dört meslek yüksek okulu ve bir yüksek okulu; her seviyeden yaklaşık 1500 personeli ve yaklaşık 16.000 öğrencisi ve 82 bölüm ile Türk akademik hayatına hizmet vermektedir.
Hedefimiz bir yeni ilim ve irfan medeniyetini kurmaktır. Bu amaca ulaşmak için fen bilimlerinden sosyal bilimlere ve diğer karma alanların her dalında yoğun, azimli ve kararlı şekilde çalışmaktayız. “Bu hedefe, üniversitelerin bilimsel rekabetle cazibe merkezi olacağının bilinciyle hareket ederek ulaşacağız. Biz, esas itibariyle, bilimsel bilgi üretmek için ve bunu topluma yaymak için buradayız. Bunun dışında meslek okullarımız üzerinden doğru ve sağlıklı bilgi ile mesleki eğitim de vermekteyiz.

Üniversitemiz gün be gün gelişmekte ve varlığını hissettirmektedir. Göreve geldiğimiz ilk yedi ayda rasyonel planlamalar yapılmış, üniversitenin geleceği sağlam temellere oturtulmuştur. Bu anlamda, mevcut olduğu halde açılmamış bulunan bölümlerden en az on iki tanesi açılacak ve 2018 yılında öğrenci alınacak hale getirilmiştir. Bunlar arasında elektrik-elektronik mühendisliğinden, bilgisayar mühendisliğine, arkeolojiden, istatistiğe, güzel sanatlara ve sağlık bilimlerine kadar pek çok branş bulunmaktadır.

Öğrenci sayımız 16.000 den bir yıl içinde 20.000 e ulaşılacaktır.

Bu noktada, kanunla rektörlerin YÖK tarafından bir tarama faaliyeti sonrası aranarak bulunması ve sayın Cumhurbaşkanımız tarafından atanması sisteminin yüksek isabetinden söz etmek zorundayım. Bilim adamını kısır seçilme kıskacından çıkaran bu yöntem olumlu sonuçlarını benim şahsi tecrübemde göstermiştir. Bu yeni sistem üniversite içinde yapılacak atamalarda liyakat sistemini destekleyecektir. Başkanlık sisteminin bir modeli olan üniversite yönetim modelinde görünen bu olgu devletin Yürütme erkinin uygulamasında da aynı özellikleri göstermektedir.

Bu tür hamle ve yeniliklere imkan veren, ülkemizin yeniden yapılanmasına büyük öncülük eden sayın Cumhurbaşkanımıza minnettarlığımızı buradan, sizlerin şahitliğinden ifade etmemiz bize düşen bir borçtur.
Bir şehir üniversitesinde bulunuyoruz. Şehrin cazibesinin artmasına katkı veriyoruz. Ramazanlarda şehir iftarı yapıyor, taksici ile esnaf ile sohbet ediyoruz. Üniversiteyi tanıtmak için sosyal medya mecraları günün iletişim aracı olarak çok kullanılmaktadır. Ulusal televizyonlarda Katar Krizinden, iklim değişikliğine kadar her türlü dünya problemleri tarafımızdan incelenmektedir. Üç dört ay içinde üniversitemizin imkan ve kapasitesini gösteren 10 ulusal tv programı yayınlanmıştır. Yerel radyo ve basın ile ilişkilerimiz devam etmektedir. Yerel basınımız başımızın tacıdır. İstiklal harbinde büyük sermayeli basının işbirlikçiliği karşısında yerel basının kahraman duruşu hafızamızda büyük yer tutmaktadır. Biz onların yanındayız, onlar da bizim yanımızda.
Sosyal yardım kampanyalarımız sürmektedir. Örneğin insanlığın kanayan yarası Arakan Müslümanları için personelimiz gönüllü olarak 10 milyon TL bağışlamıştır. Sözleşmeli çalışan güvenlik elemanlarımızdan, temizlik personeline, memurundan öğretim elemanlarına kadar her arkadaşım bu gayrete destek vermiştir. İşte millilik budur. Mevlananın metaforu ile bir pergel gibi bir ayağı burada diğer ayağı ise zulmün yani karanlığın bulunduğu her yerde olmak budur.

Öğrenci ve akademisyen dostu bir üniversiteyiz. Öğrencilerimizin isteği bizim isteğimizdir. Bu anlamda, yaz okulundan, fakülte ve yüksek okul binalarına gereksiz giriş çıkış zorluklarını kaldırmaktan, kantin ihtiyaçlarından, ulaşım ihtiyaçlarına, durak yerlerine, yurt ihtiyaçlarına, yemek ihtiyaçlarına, hal hatır sorma ihtiyaçlarına kadar her türlü konu ile ilgileniyoruz.

Bunun için otobüs duraklarından, yemekhaneye, kantinden dersliklere ziyaretlerimiz gece ve gündüz devam etmektedir. Uçurtma şenlikleri yapılmış, nevruz kutlanmış, öğrencilerimizle sağlık için pedal çevrilmiş, doğa yürüyüşleri yapılmıştır. Hocalarımızla açık kapı politikası yürütülmektedir. Hocaların yönetimle görüşememesi kabul edemeyeceğimiz bir husustur.

Milli meselelerde ise sonuna kadar yürekliyiz cesuruz.

Daha dün İnebolu’dan Ankara’ya uzanan istiklal yolunu yürüdük. Bu yolun Çankırı tarafında kalan istiklal yolunu tanıtan, fikri geliştiren, tarihi sit alanı olarak tescil etme şerefine nail olan bir üniversiteyiz. Bilindiği gibi 2013 yılına kadar sadece Kastamonu sınırları içinde bulunan İstiklal Yolu bilinmekte idi. Bu yola sahip çıkıyoruz, çıkmaya da devam edeceğiz. Müslüman Sudanlı öğrencilerimiz ve Cibutili öğrencilerimizin bu yolda şevk ile bizimle yürümesi ayrıca manidar bir sahnedir ve bize güç vermektedir.

15 Temmuz hain kalkışmanın senesi takib eden günde Türkiye’de ilk defa milli iradenin yanında yer almak için üniversite hocaları cüppeleri ile yürümüştür. Budur kastımız. Karataşın üzerindeki kara karıncayı ayırd edecek dikkat, zeka ve farkındalık içinde olmaktır. Fildişi kulelerinden çıkıp bu millete kucaklaşmaktır kastımız.
Üniversite külli aklın temsilcisi olmalıdır. Üniversite kritik bakış demektir. Üniversite sosyal meselelere de dokunur; çözüm üretir.

Bu çerçevede dünyaya teklifler getirirken milli sorunlarımıza da duyarlı olmak zorundadır.
Nitekim millet olarak bir anlam arayışı içindeyiz. Bunun için toplumu kavramak zorundayız. Geçmişimizi bilmek, geleceğimizi tasarlamak zorundayız. İnsanlarımızı mutlu etmek, huzurlu kılmak temel gayelerimizdendir. Bu noktada kör bakışa ihtiyacımız yoktur. Bütüne bakmalı ve gözlerimizi açmamız gereklidir.

Bu kapsamda tam bağımsızlık ve istiklal ilim hayatının vazgeçemeyeceği olmazlarındandır. Namlusu akla çevrilmiş sahra topları” altında çalışmak bizim milli tarzımız değildir. İnsanı var eden düşmanlarıdır. Bir kişiye kim olduğunu sormayın, kim olmak istediğini sorun. Aynı şekilde Türkiye’ye de kim olduğunu değil kim olmak istediğini sormak gerekmektedir. İşte o zaman anlarsın.

Türkiye cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. Şu andaki devlet yöneticilerimiz ve biz bir Cumhuriyet yönetimi içinde doğmuş ve büyümüş durumdayız. Gazi Mustafa Kemal yokluk, kaos ve savaş içinde doğmuştur. Biz ise Mevcut devlet büyüklerimiz gibi Gazi Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının kurduğu cumhuriyet ortamında yetiştik. Cumhuriyet bizim gibi halkın çocuklarını Rektör olarak görevlendirmiştir. Bir başka büyüğümüzü ise cumhurbaşkanı yapmıştır. Bugünün devlet büyükleri Gazi ile duygudaştır. Cumhuriyeti kuran Gazi iken bugün koruyan sayın gazi cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğandır. Bir gün bu memleketin cumhurbaşkanına devleti temsil eden en yüksek simge olarak hazımsızlık gösterilmesi kabul edilemez. Bu Kör bir muarızlıktır. O gün nasıl ve hangi şekilde düşünülmüşse bugün de aynı his ve yaklaşım hakimdir. Öyleyse Mustafa Kemalin duygusu ne ise Recep Tayyip Erdoğan’ın duygusu da odur. Bu da tam bağımsızlık ve istiklaldir. Sadece zamanın ve şartların ister ve gerekleri değişmiştir.

Oysa, toplumun oligarkları namuslu değilse milletin düşmanı olur. Bu oligarklar terör örgütlerini beslemek için dış mahfillerle çalışmaktadır. Ahlakını kaybetmiş bazı meşhurlar gibi fücur mahsulü yetiştirmek peşindedir. Bu kısır bakış açısından acilen çıkılması elzemdir, millet olarak bir ve beraber olmak zorundayız.

O nedenle, İkinci istiklal mücadelesinin yapıldığı bu dönemde de devlet adamlarımız Gazi gibi hayatını ortaya koymuş, bu şekilde ilerlemektedir. Kısır ve hazımsız çekişmelerden millet olarak uzak durmak zorundayız. Zaman o zaman değil.

Örneğin son zamanlarda bir müftü nikahı konu edilmektedir. Bu konuda müftü tarafından kıyılan nikahın ne lehinde konuşan ne de aleyhinde konuşan gerçek bir zemine dayanmaktadır. Bir hukuk profesörü olarak, şunu söylemeliyim. Evlilik sivil bir işlemdir. Mehaz kanun da Zivilregister Districkt; Zivilstandseamten ve çivil Registrar’dan söz etmektedir. Bu konunun anayasası olan Medeni Kanun yetkili memur; evlendirme memuru demektedir. Bu memurun kim olacağı ikincil bir alt düzenlemedir. Ancak kayıt altına alınması kamusal alana ilişkindir. Medeni Hukuk Profesörü olarak, kanun evlendirmeye yetkili memur önünde nikaha izin vermektedir. Kanunu aldığımız mehaz İsviçre medeni kanunu Devlet görevlisi olan müftülerin, köy muhtarlarının, gemi kaptanlarının, konsolosların, esasen şehir aydınlatması, çöp toplanması gibi temel hizmetleri vermesi gereken belediye memurlarının yaptığı işlemleri yapabilmesi sıradan bir hukuki süreçtir. Osmanlı’dan bu yana müftüler ve din görevlileri kamusal bir işlem ile “berat” verilmek suretiyle atanmaktadır.

Diğer yandan, Laik bir devlet düzeninde dindar insanların laiklik aynasında kendisini görmesi de kamu düzenindendir. Laiklik halkın inanç ve değerleri ile özdeşleşmelidir. Ve bu şekilde halkın kendisini bulması ile laiklik ilkesi güçlenecek, insanımız tarafından içselleştirilecektir. Laiklik ile insanımızın inancı arasında bariyerler kurmaktan vazgeçilmelidir. Halk laik sistemde kendini bulursa, mutlu ise, bu esastır. Laiklik bir gurubun kendi anlayışına hapsedilemeyecek kadar mühim meseledir.

Bu kısır sorunlar, insanımızın zihnini sınırlamaktadır. Ülkenin her ferdi gibi bilim insanı da kendisini sıkışmış hissetmektedir. En büyük tehlikelerden biri budur.

Serbestiyet, özgür düşüncenin ve bilimsel araştırmanın temelidir. O nedenle, bir an önce bu serbestiyet havasının solunmasını temenni ediyorum.

Hürmetle.

ORTADOĞU’DA GÜÇ OYUNLARI VE DÜNYA ENERJİ POLİTİKALARI

 

Ortadoğu’da meydana gelen operasyonlar, küresel ve bölgesel aktörler açığa çıkmış durumda. Bu müdahalenin önemli ayaklarından biri enerji politikaları. Zira, enerjinin de kontrol altında tutulması lazım.

Yıllık %1,6 enerji ihtiyacı artışı ile 2050 yılında en az %54,4 fazla kullanılacak. Enerji, hem ihtiyaç hem diğer ülkelerin denetim aracı. Petrol fiyatlarını düşürülmesi ile ham petrolün varil fiyatı 35 dolara kadar inmişti. Günümüzde 45 ABD Doları civarında. Petroldeki fiyat düşüşü Rusya’nın yıllık 400 milyar dolar gelir kaybına yol açıyor. Sadece petrol fiyatlarıyla oynayarak dev bir ülkeyi iflas noktasına getirilebiliyor.

Diğer yandan, Çin Hürmüz Boğazı, Malacca ve Venezüela Boğazı üzerinden susta tutuluyor. Hindistan ve İran sıkıntı içinde. Türkiye Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı, Kerkük Yumurtalık Boru Hattı ve diğerleri yanında Nabucco yerine ihdas edilen TANAP Projesi ile enerji nakil hattı üzerinde bulunan önemli bir ülke. Bu bakımdan da Türkiye’nin onlara göre dizayn edilmesi gerekiyor.

Doğu Akdeniz’de Kıbrıs Adası, İsrail ve Suriye üçgeninde tespit edilen çok yüksek hacimli doğalgazı rezervlerini de unutmamak gerekir. Burada bulunan rezerv öyle büyüktür ki tek başına savaşa yol açabilecek boyuttadır.

Rusya’yı bölgeye fiilen getiren önemli unsurlardan birincisi Suriye Tartus’ta bulunan askeri üsleri ve buradaki stratejik menfaatleri ise ikincisi Doğu Akdeniz doğalgaz rezervleri ve bunların geçirileceği boru hatları güzergahıdır.

Enerji LNG ve LPG olarak deniz yoluyla da taşınabilmekte ise de boru hatlarına göre dokuz kat pahalı taşımacılık maliyetine yol açması boru hatlarını ve güzergahları önemli kılmaktadır.

ABD nin yeni yüzyılı ise Pasifik’te. Yakın zamanda Pasifik’e dev nükleer başlık taşıyan savaş gemileri gönderme kararı aldı. Artık, büyüyen bir ekonomik dev olan Çin, büyük nüfusuyla Endonezya, üretimi ile Japonya ve arazisi ile Avusturalya dörtlüsü üzerinden önemli bir operasyona başlıyor.

Küresel güçler, bir süre ekonomik sebeplerle dünyadan geri çekilmeye çalıştılar. Örneğin ABD Amerikan asker postalı Ortadoğu’ya değmeyecek dedi. Çünkü tek kutuplu dünyada bu maliyeti kaldıracak durumda değildi.

Bu nedenle, dimağları tahrip edilmiş, ruhları ele geçirilmiş bir örgütü başta Türkiye olmak üzere 170 ülkede desteklediler ve oralara bir ölçüde hakim hale getirdiler. Bu yolla tek kurşun atmadan uzaktan kumanda ile görünüşte yerli unsurlar üzerinden tüm dünyayı, Türkiye’yi, Afrika ülkelerini, Türk Cumhuriyetlerini, Ortadoğu’yu ve okyanus ülkelerinden bir kısmını yöneteceklerdi. Zincir Türkiye’de kırıldı. Bu Türk Milletinin büyük dirayeti ve kararlılığı ile sağlandı.

Batılı güçler Ortadoğu’da amaçlarını elde etmek için vaad, kandırma, yanıltma, tehdit, etnik ayrışma, mezhepsel farklılaşma, ambargo, damping, ticaret anlaşmaları, vize politikaları ne gerekiyorsa kullandılar. Sonuçta vekâlet savaşları çıktı.

Mesela Suriye’de DAEŞ örtülü olarak Batılı güçler için faaliyet gösterirken, PYD/YPG açık olarak bunlar için silaha sarıldı. El Kaide’den ayrılan En Nusra ortada kalmış iken, çeşitli guruplardan oluşan Özgür Suriye Ordusu Türkiye ile hareket etti. Rusya ve İran rejim güçleri ile hareket etti.

Vekâlet savaşlarında oyunu ilk bozan Rusya oldu. Uçakları, askeri, füzeleri ve gemileri ile geldi bölgeye oturdu. Bir ara gerçek sebebi hala öğrenilemeyen Rus Bombardıman Uçağının Türk Jetleri tarafından düşürülmesi ve bir pilotunun öldürülmesi Rusya-Türkiye kırılması yaşattı. Ancak taraflar kendilerine oynanan oyunu görmekte gecikmedi ve yumuşama süreci başladı.

Vekâlet savaşlarında oyunu bozan ikinci ülke Türkiye’dir. Suriye PKK’sı olarak konumlanan PYD, demografik yapı desteklemediği halde Suriye-Türkiye sınırının önemli bir bölümünü işgal etti. En son Membiç ile Afrin arasında kalan toprak parçasının alınarak koridorun tamamlanması girişiminde bulundular.

Türk tankları ABD’ye rağmen verilen bir kararla ve hava desteği ile meşru Özgür Suriye Ordusunu destekleyerek Rai ve Cerablus bölgesini DAEŞ’ten 15-20 günde temizledi. İlerleyişini sürdürerek El Bab’a kadar gitmek ve Halep’e dokunmak Türkiye’nin öncelikleri arasında. Bu temizlik harekatıyla terör koridoru şimdilik engellenmiş oldu. ABD politikalarında bir kırılma yaşandı. Şu anda ucu açık durumda.

Sevr’den bu yana aslında hiç vazgeçilmeyen Türkiye ile Müslüman diğer ülkeler arasında terör devleti kurma projesi inkitaya uğramış durumda. Türkiye kendi gücünü, dünya devletlerini, halklarını ve Batının gücünü değerlendirerek önemli adımlar atmaktadır. Bu saatten sonra yeni oyunlara ve aktörlere hazırlıklı olmak zorundayız. Çünkü millet bir beka mücadelesi içindedir.

Prof. Dr. Hasan AYRANCI

 

ORTADOĞU’DA GÜÇ OYUNLARI

Oryantalistlere Göre Ortadoğu. Biz de alıştık bu isimlendirmeye. Doğunun ortası. Demek ki bir uzak doğusu var. O halde bir de batı var. Halen medeniyet bayrağını taşıdığını iddia eden bir batı.

Ancak ne gariptir ki bu medeniyet oldukça cani. Kan dökülmesinden, açlıktan ve denizde boğularak ölünmesinden, tecavüzden, ezilen insanların görüntüsünden rahatsız olmuyor. Yeter ki kendi menfaatlerine dokunulmasın, yeter ki yabancı addettiği mülteciler topraklarına ayak basmasın.

Vahşi kapitalizmin, sanayi devriminin, sömürgeciliğin doğurduğu bir karabasan bu. 19. Yüzyılda sanayi devriminin karanlığında doktorun, güneş ışığının ve Allah korkusunun girmediği dar sokak aralarından bu güne geldi. Hem kendi insanını sömürdü, hem de tüm dünyayı sömürgeleştirdi. Bir ara İngiltere’de Sömürge Bakanlığı bile vardı.

Bu çarpık medeniyet üretime, buna bağlı olarak tüketime, nefis isteklerinin azdırılmasına ve bunun ticarete yönlendirilmesine dayanıyor. O nedenle çevre sorunları yaşıyoruz. Küresel ısınmadan, ozon tabakasının delinmesine, Meksika Körfezinin petrol sızıntısı nedeniyle kuşların dahi yaşayamayacağı bir kirli su haline getirilmesine kadar her şeyin sorumlusu bunlar.

Pozitivistler ve evangelistler. Pozitivist olması baskıcı, ben bilirimci, küçümsemeci, tanımlayıcı ama dışlayıcı olmasına yol açmış. Kendi medeniyetine mensup olmayan insanı bir ön insan, antropolojik bir vakıa olarak görüyor.

Cezayir’in bir döneminde “onlar Fransa’nın 1789 öncesi halindeler” diyebiliyor mesela. Yani bugünün insanını 300 yıl öncesi hayatı yaşıyor ona göre. Ancak bununla anakronizm yaptıklarını, yani bir olguyu zaman itibariyle yanlış bir yerde konumlandırdıklarını farketmiyorlar. Aksine bu anlayış işlerine geliyor. O zaman seçimle iş başına gelen kişileri devirmek için gayret göstermekte sakınca görmüyorlar. Cezayir’de yaptılar bunu, Mısır’da yaptılar en son Türkiye’de yapmaya kalkıştılar.

Bunlar aynı zamanda Evangelist. Bu inançları dolayısıyla Yahudilerle dirsek teması halindeler. Evangelist olmaları küresel sermaye ile Batının askeri gücünün bir araya getirilmesine imkân veriyor. Bazı tuhaf ve akla aykırı inanışları var ama inanıyorlar işte. Armagedon savaşına hazırlanıyorlar, toplu kıtale hazırlanıyorlar. İnanıyorlar-inanmıyorlar ama mutlaka kullanıyorlar. Yaptıklarını vicdanen meşru hale getiriyor bu. Neden, çünkü inanıyor. Her şey olup bitiyor o zaman.

Batının Ortadoğu’da başlıca hedefleri, İsrail’i korumak ve geliştirmek, islâm toplumlarının bir araya gelmesini engellemek, dünya enerji rezervlerinin yaklaşık %40’ı burada olduğundan enerji alanlarını kontrol etmek, enerji nakil güzergahlarını kontrol etmek ve kendisine alternatif ekonomik ve askeri güçleri denetim altında tutmak. Bu amaçlar için herşeyi göze almış durumda. Ne hukuk, ne vicdan, ne ülkelerin bağımsızlığı tanıyorlar.

Batı İsrail’i 1948’de yerleştirdiğinden bu yana bölge huzur görmedi. İsrail Yahudileri ise oldukça yayılmacı. Bu yayılmacılık şimdilik Yahudilere yeni yerleşim yerleri açmak olarak görünüyor. Ancak gerçekte yayılmanın sınırı arzı mevud olarak isimlendirilen Türkiye’nin bile ¼’ünü içine alan Fırat ve Diclenin arasında büyük bir coğrafya.

Bunun için ne lazım İran-Irak savaşı lazım; zemini hazırlayıp saldırtıyorlar birbirlerine. Ne lazım Irak Saddam’ına yol verip Küveyt’i işgal ettirmek, sonra Irak’ın ABD ve müttefikleri ile işgal edilmesi; yapıyorlar hemen. Birleşmiş Milletlerden de istedikleri kararı alıp uluslararası alanı da arkalarına topluyorlar. Ne lazım, sonradan yalan olduğu ortaya çıksa bile nükleer güç barındırıyor diye BM kararı alıp savaş açmak, yapıyorlar hemen.

Oysa İsrail’in 200 nükleer başlığı hiç gündeme gelmiyor. ABD “muğlak nükleer siyaset” yaparak oradaki nükleer başlık sayısını ve kapasitesini açıklamıyor. Evet, başka ne lazım? Suriye’nin üçe hatta beşe bölünmesi lazım. Suriye İsrail için önemli risklerden biri. Şam’a 75 km. uzak. Golan Tepelerinde yapılan savaşı unutmadık daha. Hizbullah meselesi de var.

Geçtiğimiz günlerde ABD İsraile yıllara sari olacak şekilde 38 milyar dolar yardım vermeyi kararlaştırdı. Bunun yanında 12.000 km. menzilli F 35 uçaklarını 2017 yılında vermeyi de vaat etti. Yardım miktarının büyüklüğü ve bu savaş uçaklarının verilmesi İsrail’i nükleer silah dışında da bölge içinde daha önemli bir askeri güç haline getirmeye matuf bir faaliyet.

Türkiye ile Arap Müslümanları arasına bir terör bölgesi koymayı da ihmal etmiyorlar. Öyle ki aynen Türkiye’yi Orta Asya Türk Devletlerinden Nahçivan Özerk Bölgesi ve bir Ermeni Koridoru üzerinden coğrafi irtibatını kopardıkları gibi Müslüman Arap ile de coğrafi teması kaldırmak istiyorlar. Bu bölgenin enerji nakil hattı olarak kullanılmak suretiyle Türkiye’nin by pass edilmesi işin artısı.

Çünkü uluslararası alanda niyetler değil kabiliyetler önemlidir. Bir nesli “ne Arabın yüzü ne Şam’ın şekeri” diye yetiştirdiler. Ancak sonradan yapılan bu yama tutmuyor artık. Batı azgınlaştıkça Müslüman ülke vatandaşlarında zaten bulunan, ama yöneticileri tarafından yok varsayılan bu birlik ve dayanışma duygusu siyaset ve seçimler üzerinden yöneticilere yansıyor. Bu düşünce ve inanca sahip olan memleket evladı seçimler kazanıyor. Tehlike kapıda demek ki Batı için.

Kuzey Afrika’da Arap Baharı o nedenle Arap Kışına çevrildi. Binlerce kişi katledildi. Mursi gibi seçimle iş başına gelenler idam talebiyle yargılanıyor, diğerlerine idam cezaları veriliyor.

Domino taşı gibi düşürdüler tek tek. Sıra en son Türkiye’ye gelmişti. 15 Temmuz hain ve haşhaşi darbesi bu düşüncelerle hazırlanmıştı. Müslüman Dünyayı eskiden olduğu gibi başsız bir beden haline getireceklerdi.

Biz bilmesek de farketmesek de onlar biliyorlar. Türkiye islâm dünyasının aklıdır. Bu memleketin Devlet Başkanı bakın Birleşmiş Milletlerin tüm ülkelerinin yüzüne dünyanın beşten büyük olduğunu söylüyor. Vicdan yoksunu olduklarını söylüyor. Millet iradesine vurgu yapıyor.

Bu beyanlar tüm dünyada karşılık buluyor. Bütün ezilmiş ve dışlanmış, sömürülmüş dünyada. Orta-Güney-Kuzey Afrika’da, Güney ve Orta Amerika’da, Asya’da, Pasifik’te her yerde. Askeri ve Ekonomik güç yanında bazen daha da önemli bir güç; yumuşak güç (soft power) kullanıyor Cumhurbaşkanı Erdoğan. Bu sedanın insanları sura üflemek gibi topluca uyandırmasını bekliyoruz.

 

Prof. Dr. Hasan AYRANCI

 

 

 

AMERİKAN SEÇİMLERİ; TRUMP CLINTON YARIŞININ PERDE ARKASI; MUSUL OPERASYONU VE LOZAN

Son aylarda gittikçe artan oranda 8 Kasım tarihinde yapılacak ABD seçimleri konuşuluyor. Dünyanın tek süper gücüne kimin başkanlık edeceği mühim mesele. Uzun zamandır yeni dünya merkezli bir sistematik içindeyiz zaten.

ABD hem süper güç, hem başkanlık sistemi ile yönetiliyor. Bu durum bir ay sonra yapılacak seçime ilgiyi on katına çıkarıyor. Zira, başkanın kişiliği ve kararları oldukça önemli bu ülkede.

Gorbaçov’un Devlet aklı ile gerçekleştirdiği glasnost ve perestroika (açıklık ve yeniden yapılanma) ile ifade edilen hamlesi ile Rusya oyundan düştü. Zira bu yarışı koşturacak mecali kalmamıştı. Süper güç olma iddiasını beş-on sene daha inatla sürdürse sosyalist çark paramparça olacaktı. O nedenle vitesi düşürdü, sağa çekti. Ülkenin yeniden toparlanması için soluklanma yolunu tercih etti.

Kanaatimce kendi ülkesi için en akılcı kararı aldı. Ancak bu durum en önemli karar mercii olan Gorbaçov’a yaramadı. İsveç’te sürgün hayatı yaşadı. Bugünlerde oldukça yaşlı bir eski lider o. Ancak, Rusya özellikle Putin’den sonra kendi küllerinden yeniden doğdu. Güçlü bir ülke olarak politikalarını yürütmeye başladı.

ABD, SSCB’nin iddialarından vazgeçmesi ile tek süper güç haline geldi. Özgürlükler ülkesi ABD, kapitalizmin babası, modern sömürgeciliğin baş mimarı, Yahudi Cemaatinin tercihi bir dev olarak dünyaya nizam veriyor.

Cumhuriyetçilerle Demokratlar her dört senede bir olduğu gibi seçim için yarışıyor. Hillary Clinton Obama’ya karşı başkanlık adaylığı yarışını kaybetmişti. New York senatörü idi bu hırslı ve çalışkan kadın. Dışişleri Bakanlığına atanmış iken bir süre sonra sağlık sorunu sebebiyle bu görevinden ayrıldı. Bugünlerde o sağlık sorununun ne olduğu kimse tarafından konuşulmuyor. Hillary Clinton seçim çalışmasını bazı sağlık problemleri nedeniyle sıkı şekilde sürdüremiyor. Doktorları zatürre geçirdi, yoruldu gibi kaçamak izahlarla konuyu kapatıyor. Ancak, Hillary Clinton’un sağlık sorunu daha önemli bir konuda olabilir.

Ancak, tarafları vazgeçmiyor ondan. Çünkü on küsur senedir üzerinde anlaşılmış, yatırım yapılmış, seçim totolarda üzerine para konulmuş bir aday karşımızdaki. Ocak ayından bu yana başkanı belirleyecek olan “Seçiciler Kurulu” da (Electoral College) ortaya çıkıyor. Toplumlara kabul ettirilecek yeni aday bulmak genelde zordur. Genelde belli bir tanınmışlığı olan kişi seçilir aday olarak. Bu kişi kendini az çok da kanıtlamıştır. Medyada görünmüştür, büyük sürprizler yapmazlar, siyasi felakete yol açmazlar.

Hillary Clinton böyle de Donald Trump ne durumda? Cumhuriyetçilerin en önemli adayı Trump. Nereden buldular bu taşkın adamı belli. Zengin, TV lerde boy gösterdi, halk tanıyor, kitaplar yazdı. Bunlar tamam ancak önemli bir sorunu var. Polemikçi, seyyar satıcı davranışlarına sahip, kaptı kaçtı iş yapan biri gibi duruyor. İçsel dürtülerini bu yaşına rağmen kontrol edemiyor. Kendini zor tutuyor. Dünya durmuş şimdi, Trump seçilirse ne olur diye düşünüyor. Göçmen politikaları, Meksika’ya beton sınır yapacağını söylemesi, bazı ülkeleri bedel almadan neden koruyoruz gibi çıkışları ile başka bir sorunsal.

Bu ölçüde defolu bir şahıs nasıl bu kadar parladı? Asıl olan soruyu sormaktır. Cevap cebridir. Yani cevap soruya tabidir. Bu çerçevede bakılacak olursa.

ABD kapitalizmin babası demiştik. Nefis ve azgınlık üzerine kurulan bu coğrafya kendi gelişmesini sağlayan en azgın modeli ortaya koymuş durumda. New York’ta Wall Street yakınında bulunan büyük boğa heykeli gibi bir adam. Zenginliği, enerjik olmayı, her türlü mücadeleyi, bel altından vurmayı, kendi menfaati için her şeyi yapmayı vaad ediyor.

Üstelik bu cumhuriyetçilerin tarihçesine de uygun. Vahşi kapitalizm, sömürü, ırkçılık, beyazlık (WASP: White, Anglo Saxon, Protestant).

ABD aynı zamanda Yahudi cemaatinin önemli bir keşfi. Bütün gücünü ve zenginliğini buradan devşirmiş. Onlar aynı zamanda dev bir ülkenin beyni haline gelmiş. Beden başkasının ama akıl ve irade bunların. ABD’nin bu kavim için yapmayacağı şey yok.

15 Temmuz hain darbe girişimine kadar böyle düşünmeyenler bile farketti. Komplo var. Görünenin arkası var. Halka bildirilmeyen arka bahçe çalışmaları, dar labirentler var. Bir yazar söyleşmişti: Ben komploya inanırım. Buna inanmayanların da komplonun bir parçası olduğunu düşünürüm.

Tasarımla yönetilir bu büyük ülke. Nefret ve sevgi ikilemi çok belirgindir. Ak ve kara gibidir tercihler. Aradaki ton farklılıklarının önemi yoktur. Her şeyi gelişmiş akıl ve teknolojileri ile önceden planlarlar. Derin devlet dediğimiz şeyin aslı oradadır. Kimin başkan seçileceğini önceden belirlemek isterler. Sürpriz sevmezler. Oğul Walker Bush’tan sonra Hüseyin Barak Obama başkan oldu. Irak işgali, Guantanamo, Ebu Gureyb işkenceleri ile dibe vuran ABD özgürlükler ülkesi rüyası yeniden canlanmaya yüz tuttu. Afrikalının ABD hakkındaki düşüncesi nedir diye sorulduğunda, cevap, Obama’dan önce mi sonra mı? şeklinde veriliyordu. Afrika sevincinden rüyalar gördü. Değişen esaslı hiçbir şey olmadı oysa.

Trump’ın neden Cumhuriyetçilerin önemli bir adayı olarak ortaya çıktığı belli oluyor bu durumda. Tasarlanmış çünkü. Kaybetmek için tasarlanmış. Hillary Clinton’un kazanması için tasarlanmış. Diğer adaylar arasında onu parlattılar. Seçim anketlerinde neredeyse başa baş gelmişlerdi. Şimdi indirilmesi zamanı. Oldukça defolu çünkü. Tacizden, kabalıktan, saldırganlıktan başladılar. Bu yetmezse daha fazlasını da ortaya koyacaklar. Bu kadarı yeterli gelmiş sanki. Zira bir video kasetten ve bazı kadınların açıklamalarından sonra Hillary Clinton ile kendisi arasında çoktan %6,5 fark meydana gelmiş durumda.

Hillary Clinton belli ki ABD Başkanı olacak. Sağlık sorunları olması önemli değil. Daha iyi. Devlete yön veren koalisyonun ABD idaresini tam olarak ele geçirmesini sağlayacak bu. Küçük ABD ulusal direnişi de ortadan kalkacak böylece. Bu durum aynı zamanda ABD politikalarının keskinliğinin devam edeceğini belki de daha sertleşeceğini gösteriyor tüm dünyaya. Başkan Adayının başkan yardımcısı adayı Tim Kaine ve çalışacağı diğer ekibin bu bakımdan incelenmesi gerekir.

Esasen son aylardaki pervasız Ortadoğu saldırıları bunun eseri. Obama gidiyor. Hillary geliyor. ABD’nin tek hakiminin firesiz Yahudi aklı olması ihtimali var. Suriye’nin kuzeyine Türkiye’nin güneyine bir terör devleti kurmaları, Sevr anlaşmasına yeniden can vermeye çalışmaları bu durumun ayak izleri. Musul’a bu gece başlatılan Türkiye’siz müdahale bunun eseri.

ABD Musul operasyonunu esas itibariyle Irak Ordusu ve Peşmergelerle yapıyor. Peşmergeler içinde PKK unsurlarının bulunması büyük sorun. Musul nüfusunun ağırlıklı olarak sunni olmasına rağmen, müdahalenin şii unsurlarla (Haşdi Şaabi) güçlendirilmiş olması da ayrı bir sıkıntı. Musul’da yapılacak bir katliam bölgedeki kargaşayı bütün alanlara yayacak risk kapasitesi taşıyor. Şehrin üç tarafından yapılan saldırı sonucunda açık bırakılan güneydoğu yönünde, Suriye’ye doğru şehri terk den sivil unsurların Türkiye için yeni bir mülteci akını oluşturması ihtimali çok yüksek. Bir başka ihtimal kuzey istikametinde bir boşluk verilirse Fırat Kalkanı’nın önüne doğru yol alacak bir sivil sığınmacı gurubun meydana gelmesi

Çatışma bu taraflar ile yapılacak olursa bölgenin gelecekte kürt, arap, sünni farklılığı belirginleşecek. Mevcut siyasal uzlaşmazlığı etnik ve mezhep düzeyinde körükleyecek. Bu nedenle Türkiye’nin koalisyon içinde olması çok önemliydi.

Bu gerçeklere rağmen ABD’nin Türkiye’yi neden Musul operasyonunda istemediği anlaşılır değil. Üstelik ABD’nin hedefi DAEŞ’i bölgeden çıkarmak olsa ne kadar uluslararası destek varsa onları yanına almak isterdi. Ancak, anlaşılıyor ki onun amacı müdahaleden sonra bölgeyi kontrolüne vereceği gücü belirlemek. Fırat Kalkanı ile kaybettiği imkanı, Türkiye’yi boydan boya sarma harekatını, şimdi Musul hattı üzerinden ve daha geniş şekilde yapmak istiyor. Musul’un alınması Rakka’ya doğru bağlantı kurulması da demek.

Endişeli bir bekleyiş içindeyim. Ülke olarak iktidarı, muhalefeti ve tüm kesimleri ile bir arada olmamız sorunları bertaraf etmemizde en büyük desteğimiz olacaktır. Diğer yandan unutulmasın. İnsan bilgisayardaki oyunlar gibi yönlendirilemez. Her zaman bir sürpriz yapma potansiyeli vardır. En kritik zamanda gösterir bu hususiyetini ve bozar oyunları. Türkiye’nin tarihsel ve stratejik aklı, çok yönlü ve atipik bu yapılanmaları dizayn edebilecek niteliktedir. Türkiye Cumhuriyetinin bir anda Lozan Antlaşmasını tartışmaya açması refleksi ve bunu bir kart olarak uluslararası senaryoya karşı sürmesi bu niteliğin kendisinde bulunduğunu göstermektedir. Bir fırsatın doğması ise an meselesidir.

Prof. Dr. Hasan AYRANCI

TÜRKİYE’DE BAŞKANLIK SİSTEMİNE GEÇİŞ VE GİZLİ SORUNLAR

TÜRKİYE’Yİ BAŞKANLIK SİSTEMİ TERCİHİNE GÖTÜREN KISA TARİHÇE I

Ülkemiz bir süredir beşik gibi sallanıyor. Rahmetli Özal’ın başbakanlığı bıraktığı 1989 yılından itibaren özellikle 1993-2002 yıllarında memleketin başına ekonomik, sosyal, siyasi her türlü sıkıntı geldi. 1994 ekonomik krizi ben yurtdışında görevli iken meydana gelmişti. Yabancı ülkede içtiğimiz kahvenin TL fiyatı bir gecede iki katına çıkmış, içemez olmuştuk. Sonra koalisyonlar dönemi başladı. Bu dönemde her türlü ihtimal denendi. Anasol-D, RefahYol, AnaYol, DSP azınlık hükümeti vb. Sosyal çalkantı da az değildi. İnsanlarımız geleceğine endişeli gözlerle bakıyordu.

 

Rahmetli Başbakan Bülent Ecevit’in önüne Başbakanlık binasında yazar kasa atılmıştı (2001). Ecevit’in genel başkanı olduğu DSP milletvekili oylarıyla seçilen 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Anayasayı masaya doğru atmıştı (Şubat 2001). Türkiye Cumhuriyetinin en büyük ekonomik krizi meydana gelmiş, tarihe kara Çarşamba olarak geçmişti. Her hamle bir kriz vesilesi oluyordu. Bir yandan Başbakanın adım adım öldürüldüğü, hastalığının doğru tedavi edilmediği iddia ediliyordu. Öte yandan Ecevit tarafından Türkiye’ye davet edilmiş ve bakan yapılmış Kemal Derviş ile Ecevit’in başbakan yardımcısı olmuş sağ kolu Hüsamettin Özkan, Ecevit’e rağmen başka bir siyasi oluşuma girmişlerdi (2002).

 

Görünürde başarılı olan tek şey terörle mücadele idi. Asker şimdiye kadar hiçbir başbakana kabul ettiremediği bir terörle mücadele planını Başbakan Tansu Çiller’e kabul ettirmişti. Bu olaylara Tansu Hanımın danışmanlarından rahmetli Şükrü Karaca, cezaevinde tutuklu bulunan Mümtazer Türköne ve başdanışmanı, ilişki virtiözü günümüzün Ak Parti Milletvekili Hüseyin Kocabıyık Ağabey şahitlik etmişlerdi. Ancak, askerin tüm saldırıya açık sahaya yerleşmesi anlamına gelen “alan savunması”nabaşlanmış, şehirde teröre destek verdiği belirlenenlerin yarı hukuki faaliyetlerle tasfiyesi ve sair pek çok mücadele metodu kullanılmıştı. Nihayetinde, vatandaş bunalmış, Başbakanın sağlığından, Kemal Dervişin ekibiyle çeşitli varyetelerinden sıkılmış, Fazilet Partisi’nden ayrılan kişilerce kurulan Ak

Parti’ye 3 Kasım 2002 seçimlerinde %34,28 oy vererek tek başına iktidar yapmıştı. Demokratik Sol Partinin aldığı oy oranı %22,18 den %1,22’ye düşmüştü.

 

2002 yılı Türk siyasetinde önemi bir figürün ortaya çıktığı bir zaman olarak da ortaya çıktı. Bu kişi Recep Tayyip Erdoğan’dır.

 

Bu kısa tarihçe Cumhuriyetin kurulmasından itibaren Türkiye Cumhuriyetinin yaşadığı serencamla birlikte değerlendirildiğinde çıkartılacak dersler bulunmaktadır. Meseleye başkanlık noktai nazarından baktığınızda Türk Milletinin güçlü liderler ve toplum önderleri peşinden gittiğinde önemli adımlar ve atılımlar gerçekleştiği inkâr edilemez bir vakıadır. Bu güçlü liderlerin bulunduğu dönemlerde Anayasa Hukuku açısından hangi hükümet sisteminin

yürürlükte olduğunun çok önemli olmadığı da görülmektedir. Gerek güçler birliğini uygulayan meclis hükümet sisteminde, gerek tek parti döneminde, gerek çok partili dönemde, gerek parlamenter hükümet sisteminde ve gerekse de yarı başkanlık sistemini andıran rasyonelleşmiş parlamenter sistem dönemlerinde bu durum değişmemiştir. Güçlü lider, kendi iş tutuş biçimini sisteme hâkim kılmış ve adı ne olursa olsun liderin fikri dinamiği sistemi yönetmiştir. İlk olarak Gazi Mustafa Kemal uzunca bir süre ülkeye liderlik etmiş, zamanın ihtiyacına göre Devletçilik ilkesi ile önemli kalkınma hamlesi gerçekleştirmiştir. Bunu takip eden milli şef dönemi ikinci dünya savaşının olumsuz etkileri ile gölgelenmiş, ancak başka bir ekonomik program ihtiyacı ve dünya ekonomik düzeninin değişmesi zamanında fark edilemediğinden önemli zaman kaybedilmiştir.

 

Demokrat Parti zamanında Adnan Menderes’in güçlü liderliği ve sempatisi ile yine büyük bir kalkınmahamlesi yakalanmıştır. Meşum 27 Mayıs darbesi ve idamlar memleketin üzerine kara bulut gibiçökmüştür.Bunu takiben ülkemiz Süleyman Demirel kalkınmacılığı ile tanışmıştır. Bir süre sonra kendisini tekrarederek gelişmeye kapansa da Demirel güçlü liderliği ile uzun süre memleketin kaderine hâkim olmuş,nihayet 9. Cumhurbaşkanı olarak vefat etmiştir.

 

Rahmetli Özal, büyük bir proje adamı ve vatandaşın sevgilisi olmuş, memlekette çok önemli ekonomikdevrimler gerçekleştirmiş, “Türkiye’ye çağ atlatmıştır”. Siyasi reformları bir türlü gerçekleştirememiş,ömrü buna vefa etmemiştir.Nihayet, Recep Tayyip Erdoğan 2002 yılından itibaren memleketin kaderinde önemli rol oynamıştır.Gerçek anlamda iktidar olmanın sağlandığı dönem 2007-2008 yıllarıdır. Önceki yıllar, sürekli birmücadele, darbe söylentileri, e-muhtıralar, genç subayların rahatsızlığı ve benzer restleşmelerlegeçmiştir. Ancak, sonuçta 2002 yılından itibaren tam bir istikrar sağlanmış, tek başına iktidar olmafırsatı yanında Erdoğan’ın güçlü liderliği ile memleket büyük kalkınma hamleleri gerçekleştirmiştir.

 

Dünyada meydana gelen 2008 krizinin dahi Türkiye’ye “teğet geçmesi”, ülkenin IMF’ye olan

borçlarının ödenmesi ve ekonomik bağımsızlığın sağlanması bu dönemde gerçekleşmiştir. 70 sente muhtaç olan ülke IMF’ye borç verecek hale gelmiştir. Bu serencama bakıldığından bütün önemli kalkınma hamlelerinin büyük şahsiyetlerin liderliğinde gerçekleştiği görülecektir. Ancak yine aynı dönemlerde, bu şahsiyetlerin her zaman için farklılaşan toplumsal çevreler tarafından ciddi anlamda eleştirildiği görülmektedir. İlk dönemler için toplum kültürünün tamamen dönüştürülmesi ve Osmanlı’ya ait ne varsa bunların tasfiyesi eleştiri konusu olmuştur. Rahmetli Menderes zamanında ülkenin köylülere teslim edilmesi, tasfiye edilmeye çalışılan eski değerlerin yeniden canlanması ile tenkit edilmiştir. Rahmetli Özal için “alışamadım” tişörtleri giyenler ve protestolar halen yaşı yetenlerin gözlerinin önüne gelmektedir. Oysa Özal, oldukça yenilikçi, özgürlükçü ve kalkınmacı olmuştur. Ülkeye kazandırdığı alt yapı halen günün kalkınmasının dinamiklerini oluşturmaktadır. Onun zamandan teşvik edilen girişimcilik kültürü halen memleketin en önemli katkı kazanımları arasında yer almaktadır. Ve Recep Tayyip Erdoğan’lı yıllar. Günümüze kadar 14 yıl sürdü ve sürüyor. Bu 14 yıl sanki yüz yıl gibi geçti. Her türlü entrika, darbe girişimi, post modern darbe

girişimi, parti kapatma davası ve kapatma davası girişimleri, nihayet mahut hain FETÖ darbe girişimi bu dönemde gerçekleşti.

 

Zira Yalta Konferasından bu yana dinamikler değişmiş, dünya büyük güçler tarafından yeni bi

paylaşım düzenine sokulmaya çalışılmıştır. Bu çatışma halen en şiddetli dönemini yaşamaktadır. Kısa vadede biteceğe de benzememektedir. Özal’ın 1994 yılında Irak’a müdahale talebinin devrin Genel Kurmay Başkanının direnişi sonunda gerçekleştirilememesi, Abdullah Gül’ün Başbakanlığı zamanında 1 Mart Tezkeresinin geçmemesi önemli kırılma noktaları oluşturmuştur. Batı, NATO’nun ikinci büyük askeri gücünden yararlanmak istemiş ancak bunda başarılı olamamıştır. Bunun yerine kendi amaçlarını gerçekleştirecek başka partner aramış ve bulmuştur. Toplumu yönlendiren büyük liderler her zaman toplumun lehine hareket etmiş, toplum tarafından kısmen takdir edilmiş, kısmen ise anlaşılamamıştır. Zira, doğu ve batı arasında kalan Anadolu önemli kırılmalar ve fay hatları ile birlikte yaşamaktadır.